|
Albenine: Proust'un Yitik Zamanın İzinde romanında, anlatıcının
sevgilisi |
Prenses Kertenkele (1) —
Hayalgücünü tutuşturan, tam da hayalgücünden yoksun kadınlardır. Yalın gerçeklerden
bir an bile ayrılmayan tümüyle dışa dönük o "ayaklarım yere
basarcıların" aylası herkesten parlak olur. Çekicilikleri, kendilerinin
farkında olmamalarından, hatta benlik diye bir şey olduğunu bile
bilmemelerinden gelir: Oscar Wilde, "bilmecesiz Sfenksler" diye
niteliyordu onları. Kendileri için tasarlanmış imgeyi andırırlar: İçlerinden gelen herhangi bir dürtü tarafından
rahatsız edilmedikleri ve her türlü özden arınmış saf bir görünüş haline
geldikleri ölçüde, bütün bireyselleşmenin bir yanılsama olduğunu hissettiren
ama oldukları gibi alındıklarında da insanı tekrar tekrar düş kırıklığına
uğratan o ilkömeklerine -Preziosa, Peregrina, Albertine (2)- benzerlikleri daha
da artar. Bir ilüstrasyon olarak tasarlanmıştır yaşamları, ya da hiç bitmeyen
bir çocuk şöleni; ama bu sezgi de yoksunluk ve ihtiyaçla dolu empirik
varoluşlarının hakkını vermez. Storm'un "Pole Poppenspaler" başlıklı
çocuk öyküsünün daha derin anlamı bununla ilgiliydi.(3) Frizyalı çocuk,
Bavyeralı gezgin oyuncuların kızına âşık olmuştur. "Sonunda arkama
döndüğümde, küçük bir kırmızı elbisenin bana doğru geldiğini gördüm; sahiden de
oydu, sahiden o küçük kukla oyuncusu; elbisesinin rengi solmuştu ama yine de
bir masal parıltısıyla çevrelenmiş gibiydi. Cesaretimi topladım ve 'Benimle
yürüyüşe gelir misin Lizzy?' diye sordum. Siyah gözlerinde kuşkulu bir ifadeyle
baktı bana. 'Yürüyüş,' diye tekrarladı yavaşça, 'yürüyüş. Ne iyi şeysin sen!'
'Nereye gitmek istersin öyleyse?' 'Kumaşçıya tabii, başka nereye olacak!'
'Kendine yeni elbise mi almak istiyorsun?' diye sordum, budala gibi. Bir
kahkaha attı. 'Alay etme benimle! Biraz çaput, o kadar!' 'Biraz çaput mu,
Lizzy?' 'Tabii ya. Kuklalara elbise dikmek için birkaç parça bez artığı; öyle
ucuza veriyorlar ki'". Yoksulluk, pejmürdeliği ("çaput") bir
kılavuz gibi, bir yol işareti gibi benimsemeye zorluyordur Lizzy'yi, gönlü daha
farklı bir şeye gidebilecek olsa bile. Pratik bir gerekçesi olmayan her şeyi
tuhaflık olarak görmek ve kuşkulanmak zorundadır. Hayalgücü, yoksulluğu rencide
eder. Çünkü pejmürdelik sadece dışardan bakana çekici gelir. Yine de yoksulluğa
ihtiyacı vardır hayalgücünün; ona mutlaka haksızlık edecektir ama onsuz da
yapamıyordur: Aradığı mutluluk, acı çekenin yüz hatlarına gizlenmiştir. Sade'ın
bir işkence tuzağından ötekine düşen Justine'i de "notre interessante
heroine" [ilginç kahramanımız] olarak anılır böylece; Mignon da, dayak
yediği anda "ilginç bir çocuk" olur.(4) Düşlerin prensesiyle
kamçılanan kız birdir ve o kız bunun farkında bile değildir. Kuzeylilerin güneylilerle
ilişkisinde de bunun izleri görülür: Müreffeh Püriten'ler, yabancı ülkelerden
gelmiş siyah saçlı sığınmacılardan, denetimlerindeki dünyanın serencamının
kendilerine tattırmadığı ama göçmenlerden ve gezginlerden de büsbütün
esirgediği şeyi almak için boşuna çabalıyorlardır. Yerleşik adam imrenmeyle
bakar göçebe varoluşa, yeni otlaklar peşinde koşanlara; boyalı yük arabası da
yıldızların yolunu izleyen tekerlekli evdir onun gözünde. Düzensiz ve
istikrarsız bir hareketlilik üzerinde sabitleşmiş çocuksuluk, anlık sağkalma
çabalarından beslenen o neşesiz kıpırtılılık, kentlinin zihninde dolu dolu
yaşamayı temsil eder, çarpıtılmamış bir deneyim olarak görülür. Oysa böyle bir
hareketliliğin dışarda bıraktığı da tastamam bu çarpıtılmamış deneyimdir -
basit öz-korunum çabasından sahte bir kurtulma vaadi ki, aslında içten içe o
çabayı andırıyordur. Burjuvanın safdillik nostaljisinin kısır döngüsüdür bu.
Uygarlığın kıyısında kalan ve gündelik ihtiyaçların basıncı altında kendi
kendini belirleme gücünden yoksun bırakılanların ruhsuzluğu, aynı anda hem
çekici hem de azap verici bir ruhsuzluk, uygarlığın bundan utanmayı öğrettiği
tuzukurular için bir ruh fantazması haline gelir. Aşk, yaşayan tinin şifresi
olarak ruhsuza kaptırır kendini; çünkü yaşayanlar, onun sadece yitip gitmişlere
yönelebilen o ne pahasına olursa olsun kurtarma arzusunun sahnesidir: Aşk, ruhu
ancak yokluğunda sezmeye başlayabilir. Demek insani denilen ifade tam da
hayvanınkine en yakın gözlerden, kendi üzerinde düşünmeyen, benliği yansıtmayan
o yaratıksı gözlerden geliyordur bize. Sonunda ruhun kendisi de ruhsuzun
kurtulma özlemidir.
1. Kuzey Alman folklorunda, büyücülerin kibirli prensesleri kertenkeleye
dönüştürerek cezalandırdığına inanılır.
2. Preziosa: Pius-Alexander Wolffun aynı adı taşıyan oyununun (1821) kadın
kahramanı; oyun, Carl-Maria von Weber tarafından müziğe uyarlanmıştır.
Peregrina: Eduard Mörike'nin (1804-75), Maler Nolten adlı romanında yer alan
aşk şiirleri dizisinde seslenilen kadın. Albenine: Proust'un Yitik Zamanın İzinde
romanında, anlatıcının sevgilisi.
3. Theodor Storm (1817-88): Mörike'nin arkadaşı olan Frizyalı yazar. Kederli kısa
romanlarıyla tanınır.
4. Mignon: Goethe'nin Wilhelm Meister'in Öğrencilik Yılları adlı romanının en
önemli kadın karakteri.