16 Mart 2013 Cumartesi

Samuel Beckett / Proust (Orhan Koçak, "Sunuş", s. 7-17)

Samuel Beckett, Proust

Özgün adı: "Proust", Proust and Three Dialogues içinde

Çeviri: Cemal Ener Kapak İllüstrasyonu: Tullio Pericoli Kapak Tasarımı: Emine Bora, Semih Sökmen

Kitabın Baskıları: İlk Basım: Mayıs 2001

Proust, Beckett'in yayımlanmış ilk kitabıdır. Beckett, 1930'da yazdığı bu eleştirel monografide, doğrudan doğruya, Proust'un romanının merkezinde yer alan "zaman" sorununa hücum eder. Arzu, ölüm ve alışkanlık gibi ikincil izlekler, bu kök sorunun çevresinde çözümlenir. Proust, Proust'un ilginç yaşamıyla ilgili söylentileri bir yana iterek Kayıp Zamanın İzinde'nin kendisine yönelen ilk sistemli çalışmalardan biridir. Kitap yayımlandığında İngiltere'de Daily Telegraph gazetesinde çıkan bir tanıtma yazısı, bu eleştirel metnin sıradışı niteliğini teslim ediyor, "Bay Beckett çok zeki bir delikanlı," diyordu.

İÇİNDEKİLER

Sunuş, Orhan Koçak
Proust
Notlar



Orhan Koçak, "Sunuş", s. 7-17


Beckett, Proust kitabını 1930 yazında, yirmi dört yaşındayken yazmıştı. Bu sırada Paris'te Ecole Normale Supérieure' de öğretmenlik yapıyor ve okulun lojmanında kalıyordu. Beckett'in ilk biyografisini yazan Deirdre Bair, kitabı sipariş edenin Chatto and Windus yayınevi olduğunu belirtir.(1) Bu doğrudur, ama tam değil. Yayıncı Charles Prentice ile Beckett'in dostu romancı Richard Aldington arasındaki yazışmalar, durumda bir belirsizlik olduğunu gösteriyor. Beckett'in Paris'te yaşayan İrlandalı şair arkadaşı Tom MacGreevy, Aldington aracılığıyla Prentice'e Beckett'in Chatto and Windus' taki Dolphin dizisine bir Proust monografisiyle katılabileceğini söylemiştir. Ancak, Aldington, öneriyi Prentice'e aktarırken, kitabı sipariş etmenin yanlış olacağını ve çıkan sonuca göre karar verilmesi gerektiğini belirtir. Prentice de cevabında şöyle yazar:
"Haklısın. Seriye kitap sipariş etmemeliyiz. Bunu MacGreevy'ye bildirdiğin için teşekkür ederim. Eğer Samuel Beckett'in de Proust makalesiyle şansını denemeye bir itirazı yoksa bizim de kitabı ciddi olarak düşünmemiz gerekir."(2)

 
Samuel Beckett


Başka bir deyişle, kitabı yazarken basılıp basılmayacağından emin değildir Beckett.

Adorno / Minima Moralia - Odette için requiem



Odette için requiem.(1) — Kıta Avrupasındaki üst sınıfların Anglomanisi, kendilerine yeterli olmaları amaçlanan birtakım feodal uygulamaların adada törenselleştirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Kültür orada nesnel zihnin ayrı bir alanı olarak, sanat ve felsefe heveskârlığı olarak değil, empirik varoluşun bir biçimi olarak sürdürülür. Yüksek yaşam, aynı zamanda güzel yaşam da olmaya özenir. Katılanlara ideolojik bir haz payı sağlar. Yaşamın biçimselleşmesi kurallara bağlı kalmayı gerektiren bir göreve dönüştüğü, bir üslubun yapay olarak sürdürülmesini, doğru davranışla bağımsızlık arasında hassas bir dengenin korunmasını zorunlu kıldığı için varoluşun kendisi de anlamla yüklüymüş gibi görünüyor ve böylece toplumsal olarak gereksiz bir grubun huzursuz vicdanını rahatlatıyordur. İnsanın hep kendi mevki ve durumuna en uygun sözleri söyleme ve en uygun jestleri yapma yükümlülüğü bir ahlaki çabayı da zorunlu kılar. Kendi kişisel eğilimlerine kapılmasının zorlaştırılması, ataerkil bir noblesse oblige'in [soylu doğmuş olmanın getirdiği yükümlülükler] gerektirdiği gibi yaşıyor olma duygusunu verir insana. Aynı zamanda kültürün nesnel tezahürlerden dolaysız yaşam alanına kaydırılması da kişinin dolaysızlığının çözümleyici akıl tarafından sarsılma tehlikesini ortadan kaldırır. Gururlu özgüvene yakışmayan bir zevksizlik olarak burun kıvrılır akla - ama Doğu Prusyalı bir Junker'in yüz kızartıcı kabalığıyla değil, görünüşte aydınca bir ölçüt adına, günlük yaşamın estetikleştirilmesi adına yapılır bu. Böylece yaratılan pohpohlayıcı yanılsama, kendisinin üstyapı/altyapı veya kültür/madde bölünmesinden münezzeh olduğunu söylüyordur insana. Yine de bütün aristokratik bezemelerine karşın törenselliğin vardığı ve varacağı nokta, kendi içinde anlamı olmayan bir performansı anlam olarak hipostazlaştıran ve zihni de zaten orada olan şeyin kopyası durumuna düşüren o geç burjuva tavrıdır. Bağlı kalınan norm bir kurmacadır; toplumsal önkoşulları da tıpkı örnek aldığı saray seremonisi gibi çoktan silinmiştir yeryüzünden. Kabullenilmesinin nedeniyse herhangi bir nesnel ahlaki bağlayıcılık değil, gayri meşru bir çıkar düzeninin meşrulaştırılmasına hizmet etmesidir. Nitekim Proust, kendisi de kapılmaya pek yatkın olan adamın o şaşmaz sezgisiyle, Anglomaniye ve kuralcı yaşam tarzının yüceltilmesine daha çok aristokratlarda değil de yükselmek isteyenler arasında rastlandığını saptamıştı: Züppeden hacıağaya giden yol bir adımlıktır. Bu, snobizm ile art nouveau arasmdaki ilişkiyi de açıklar: mübadeleyle tanımlanan bir sınıfın kendini mübadeleden arınmış bir sebze güzelliği imgesine adama çabasıdır art nouveau. Bu benlik şöleninin yaşamı hiç zenginleştirmediğinin kanıtı da kokteyl partilerinin sıkıcılığı, kır evlerindeki hafta sonu davetlerinin bunaltıcılığı ve bütün bu toplumsal alışveriş alanının simgesi olarak golf oyununun yavanlığıdır. Hiç kimseye gerçek bir haz vermeyen imtiyazlardır bunlar; tek işlevleri, hiçbir haz imkânı içermeyen bu sevinçsiz bütünün parçası olduklarını imtiyazlıların kendilerinden gizlemektir. Güzel yaşam, en son evresinde, düpedüz gösterişe, sadece seçkin olmaya indirgenmiştir -ki Veblen'e göre başından beri böyleydi- ve parkın sunduğu tek tatmin de dışarda kalanların burunlarını dayadıkları parmaklıklardır. Şimdi zaten karşı durulmaz biçimde demokratlaştırılan üst sınıfların kabahatlerinde, toplumu çoktandır tanımlayan şey bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor: Yaşam, kendi yokluğunun ideolojisine dönüşmüştür.
 
1. Proust'un romanında, Swann'ın karısı olan kibar fahişe.

Adorno / Minima Moralia - Antitez

Theodor Adorno (1903-1969)
Antitez. — İnsanlara mesafeli davranan kişiyi bekleyen bir tehlike vardır: Kendisinin başkalarından daha iyi olduğunu sanmak ve topluma yönelttiği eleştiriyi de kendi özel çıkarını gizleyen bir ideoloji olarak istismar etmek. Kendi yaşamını doğru bir varoluşun çelimsiz ve kırılgan imgesine uygun olarak kurmaya çabalarken, imgenin hem kırılganlığını hem de hiçbir zaman gerçek yaşamın yerini tutamayacağını aklından çıkarmaması gerekir. Ama içindeki burjuvanın ağırlığı, böyle bir bilince bağlı kalmasını zorlaştırır. Mesafeli gözlemci de akrif katılımcı kadar dolanmıştır dünyaya; ilkinin tek avantajı, bunu bilmesinden ve bir de her çeşit bilginin verebileceği o çok küçük, çok sınırlı özgürlükten ibarettir. İş dünyasından uzaklığı da ancak yine o dünyanın sunduğu bir lükstür. Çekilme ve uzaklaşma jestinin tam da yadsıdığı dünyanın bazı özelliklerini taşımasının nedeni de budur. Kendisinde de burjuvanınkinden ayırt edilemeyecek bir soğukluk geliştirmek zorunda kalır. Monadolojik ilke (1), protesto ederken bile egemen evrenseli içinde taşımaktadır. Proust, fotoğraflarda, bir dükün büyükbabasıyla orta sınıftan bir Yahudininkinin, aralarındaki toplumsal statü farklarını unutturacak kadar birbirini andırdığını söylemişti; bu gözlem aslında çok daha geniş bir alanda da geçerlidir: Bir çağın birliği, bireysel varoluşun mutluluğunu, hatta manevi tözünü oluşturan bütün ayrımları nesnel olarak siler, ortadan kaldırır. Eğitimin gerilemesinden söz ediyoruz, oysa Grimm'inkiyle ya da Bachofen'inkiyle (2) karşılaştırıldığında, kendi düzyazımıza da kültür endüstrisininkini çok andıran bazı söyleyiş özelliklerinin bizden habersiz sızmış olduğunu görebiliriz. Latince ve Yunanca'ya da Wolf ya da Kirchhoff (3) kadar hâkim değilizdir artık. Uygarlığın yeniden cehalete dönüştüğünü belirtiriz, ama kendimiz de mektup yazma sanatını unutur, Jean Paul'dan (4) bir metni, yazarın kendi döneminde okunmuş olabileceği gibi okuma yeteneğini yitiririz. Yaşamın kabalaşmasına, hunharlaşmasına bakarak ürpeririz, ama nesnel olarak bağlayıcı bir ahlaktan yoksun olduğumuz için de, her adımda, insani ölçüler açısından barbarca olan, hatta iyi ailelerin o çok şüpheli değerleri açısından bile densizlik sayılması gereken davranışların, konuşmaların ve hesapların içinde buluruz kendimizi. Liberalizmin çözülüşüyle birlikte, burjuvazinin asıl ilkesi olan rekabet de, aşılmak şöyle dursun, toplumsal sürecin nesnelliğinden taşarak, bu sürecin çarpışan ve itişen atomlarının bileşimine ve böylece de bir bakıma onun antropolojisine sızmıştır. Yaşamın üretim sürecine bağımlı kılınması, bizim kendi üstün irade ve seçişimizin sonucu sanmaya pek yatkın olduğumuz o yalnızlık ve yalıtılmışlığın bir benzerini zaten herkese bir aşağılanma olarak tattırmaktadır. Kendi tikel çıkarları söz konusu olunca her bireyin kendini bütün ötekilerden daha iyi sayması da, başkalarına bütün müşterilerin toplamı olarak kendinden daha çok değer vermesi kadar eski bir bileşenidir burjuva ideolojisinin. Eski burjuva sınıfının iflasından beri bu iki düşünce de, hem burjuvazinin son düşmanları hem de son burjuvalar olan aydınların zihninde bir tür ikinci yaşam sürdürmüştür. Aydınlar, varoluşun çıplak yeniden-üretimi karşısında hala düşünmeye yeltenmekle, ayrıcalıklı bir grup olarak davranırlar; ama işi orada bırakmakla da bu ayrıcalığın boşluğunu ilan etmiş olurlar. Özel varoluş, insana yaraşır bir varoluşa benzemeye çalışmakla ona ihanet eder, çünkü benzeyişi genel gerçekleşme imkânından yoksun bırakıyordur ve üstelik bu gerçekleşmenin kendisi de bağımsız düşünceye her zamankinden daha çok muhtaçtır. Kurtulmak imkânsızdır bu çelişkiden. Tek sorumlu davranış biçimi şu olabilir: Kendi bireysel varoluşumuzu bir ideolojiye dönüştürmekten kaçınmak ve özel yaşamımızı da en alçakgönüllü, en iddiasız ve en gürültüsüz biçimde sürdürmek — ama artık iyi yetişmiş olmanın bir gereği olarak değil, bu cehennemde hala soluyabilecek havayı bulabiliyor olmanın utancından ötürü.
 
1. Monadolojik ilke. Yunanca "bir" veya "birim" anlamına gelen monas sözcüğünden gelen terim, Leibniz'in Monadoloji adlı yapıtında, daha fazla bölünemeyecek kadar küçük psiko-fiziksel birimler anlamında kullanılır. Her monad, bilinçlilik derecesine göre ötekilerden ayrışan tek, bütünsel ve dinamik bir tözdür. Monadlar arasında gerçek bir alışveriş ya da nedensellik ilişkisi yoktur, ama her biri kendi içinde bir değişme ilkesi barındırır. Hiçbiri ötekilerden etkilenmez ama her biri gerçekliğin tümünü yansıtır. Adorno'da monad, hem rekabetçi toplumun burjuva bireyini hem de özerk sanat yapıtını belirtir. Adorno, kavramın iç çelişkisini belirginleştirir. Monadolojik ilke, toplumla ve başkalarıyla ilişkisizlik iddiasıyla sadece bir ideolojidir: Tarihsel olarak zorunlu bir yanılsama. Ama bütünsellik iddiasıyla da her türlü kısmi konumun eleştirisini içerir: Henüz varolmayan bir evrensel barışın önsezisidir.
2. Jacob Grimm (1785-1863) Alman filolojisini sistematik bir disiplin olarak kuran yazar ve masal derlemecisi. Johann Jakob Bachofen (181587) hukuk ve mitoloji tarihiyle uğraşmış romantik tarihçi.
3. Friedrich-August Wolf (1759-1824), Homeros destanlarının kökenleriyle ilgili ilk araştırmaları yapan klasik filolog. Goethe'nin arkadaşı. Adolf Kirchhoff (18561905) Antik çağ kültürü üzerine araştırmalarıyla tanınan Alman filolog.
4. Jean Paul [Richter](1763-1825) Alman romantizminin öncülerinden. Romanlarıyla etkili olmuştur.

Adorno / Minima Moralia - Prenses Kertenkele


Albenine: Proust'un Yitik Zamanın İzinde romanında, anlatıcının sevgilisi
Prenses Kertenkele (1) — Hayalgücünü tutuşturan, tam da hayalgücünden yoksun kadınlardır. Yalın gerçeklerden bir an bile ayrılmayan tümüyle dışa dönük o "ayaklarım yere basarcıların" aylası herkesten parlak olur. Çekicilikleri, kendilerinin farkında olmamalarından, hatta benlik diye bir şey olduğunu bile bilmemelerinden gelir: Oscar Wilde, "bilmecesiz Sfenksler" diye niteliyordu onları. Kendileri için tasarlanmış imgeyi andırırlar: İçlerinden gelen herhangi bir dürtü tarafından rahatsız edilmedikleri ve her türlü özden arınmış saf bir görünüş haline geldikleri ölçüde, bütün bireyselleşmenin bir yanılsama olduğunu hissettiren ama oldukları gibi alındıklarında da insanı tekrar tekrar düş kırıklığına uğratan o ilkömeklerine -Preziosa, Peregrina, Albertine (2)- benzerlikleri daha da artar. Bir ilüstrasyon olarak tasarlanmıştır yaşamları, ya da hiç bitmeyen bir çocuk şöleni; ama bu sezgi de yoksunluk ve ihtiyaçla dolu empirik varoluşlarının hakkını vermez. Storm'un "Pole Poppenspaler" başlıklı çocuk öyküsünün daha derin anlamı bununla ilgiliydi.(3) Frizyalı çocuk, Bavyeralı gezgin oyuncuların kızına âşık olmuştur. "Sonunda arkama döndüğümde, küçük bir kırmızı elbisenin bana doğru geldiğini gördüm; sahiden de oydu, sahiden o küçük kukla oyuncusu; elbisesinin rengi solmuştu ama yine de bir masal parıltısıyla çevrelenmiş gibiydi. Cesaretimi topladım ve 'Benimle yürüyüşe gelir misin Lizzy?' diye sordum. Siyah gözlerinde kuşkulu bir ifadeyle baktı bana. 'Yürüyüş,' diye tekrarladı yavaşça, 'yürüyüş. Ne iyi şeysin sen!' 'Nereye gitmek istersin öyleyse?' 'Kumaşçıya tabii, başka nereye olacak!' 'Kendine yeni elbise mi almak istiyorsun?' diye sordum, budala gibi. Bir kahkaha attı. 'Alay etme benimle! Biraz çaput, o kadar!' 'Biraz çaput mu, Lizzy?' 'Tabii ya. Kuklalara elbise dikmek için birkaç parça bez artığı; öyle ucuza veriyorlar ki'". Yoksulluk, pejmürdeliği ("çaput") bir kılavuz gibi, bir yol işareti gibi benimsemeye zorluyordur Lizzy'yi, gönlü daha farklı bir şeye gidebilecek olsa bile. Pratik bir gerekçesi olmayan her şeyi tuhaflık olarak görmek ve kuşkulanmak zorundadır. Hayalgücü, yoksulluğu rencide eder. Çünkü pejmürdelik sadece dışardan bakana çekici gelir. Yine de yoksulluğa ihtiyacı vardır hayalgücünün; ona mutlaka haksızlık edecektir ama onsuz da yapamıyordur: Aradığı mutluluk, acı çekenin yüz hatlarına gizlenmiştir. Sade'ın bir işkence tuzağından ötekine düşen Justine'i de "notre interessante heroine" [ilginç kahramanımız] olarak anılır böylece; Mignon da, dayak yediği anda "ilginç bir çocuk" olur.(4) Düşlerin prensesiyle kamçılanan kız birdir ve o kız bunun farkında bile değildir. Kuzeylilerin güneylilerle ilişkisinde de bunun izleri görülür: Müreffeh Püriten'ler, yabancı ülkelerden gelmiş siyah saçlı sığınmacılardan, denetimlerindeki dünyanın serencamının kendilerine tattırmadığı ama göçmenlerden ve gezginlerden de büsbütün esirgediği şeyi almak için boşuna çabalıyorlardır. Yerleşik adam imrenmeyle bakar göçebe varoluşa, yeni otlaklar peşinde koşanlara; boyalı yük arabası da yıldızların yolunu izleyen tekerlekli evdir onun gözünde. Düzensiz ve istikrarsız bir hareketlilik üzerinde sabitleşmiş çocuksuluk, anlık sağkalma çabalarından beslenen o neşesiz kıpırtılılık, kentlinin zihninde dolu dolu yaşamayı temsil eder, çarpıtılmamış bir deneyim olarak görülür. Oysa böyle bir hareketliliğin dışarda bıraktığı da tastamam bu çarpıtılmamış deneyimdir - basit öz-korunum çabasından sahte bir kurtulma vaadi ki, aslında içten içe o çabayı andırıyordur. Burjuvanın safdillik nostaljisinin kısır döngüsüdür bu. Uygarlığın kıyısında kalan ve gündelik ihtiyaçların basıncı altında kendi kendini belirleme gücünden yoksun bırakılanların ruhsuzluğu, aynı anda hem çekici hem de azap verici bir ruhsuzluk, uygarlığın bundan utanmayı öğrettiği tuzukurular için bir ruh fantazması haline gelir. Aşk, yaşayan tinin şifresi olarak ruhsuza kaptırır kendini; çünkü yaşayanlar, onun sadece yitip gitmişlere yönelebilen o ne pahasına olursa olsun kurtarma arzusunun sahnesidir: Aşk, ruhu ancak yokluğunda sezmeye başlayabilir. Demek insani denilen ifade tam da hayvanınkine en yakın gözlerden, kendi üzerinde düşünmeyen, benliği yansıtmayan o yaratıksı gözlerden geliyordur bize. Sonunda ruhun kendisi de ruhsuzun kurtulma özlemidir.


1. Kuzey Alman folklorunda, büyücülerin kibirli prensesleri kertenkeleye dönüştürerek cezalandırdığına inanılır.
2. Preziosa: Pius-Alexander Wolffun aynı adı taşıyan oyununun (1821) kadın kahramanı; oyun, Carl-Maria von Weber tarafından müziğe uyarlanmıştır. Peregrina: Eduard Mörike'nin (1804-75), Maler Nolten adlı romanında yer alan aşk şiirleri dizisinde seslenilen kadın. Albenine: Proust'un Yitik Zamanın İzinde romanında, anlatıcının sevgilisi.
3. Theodor Storm (1817-88): Mörike'nin arkadaşı olan Frizyalı yazar. Kederli kısa romanlarıyla tanınır.
4. Mignon: Goethe'nin Wilhelm Meister'in Öğrencilik Yılları adlı romanının en önemli kadın karakteri.
 

15 Mart 2013 Cuma

Adorno / Minima Moralia - Artık aramayın, kalbimi


Ne cherchez plus mon coeur. (1) - Her sosyal daveti onarılmış yaşam için bir "açıl susam" çağrısı olarak alan ve Balzac'ın saplantısının mirasçısı olan Proust'un bize refakat ettiği labirentlerde her türlü ihtişamın karanlık sırları dedikoduyla açığa çıkar ve sonunda onun fazla yakın ve özlemli bakışları altında tüm parıltısını yitirip çatlar. Ama bu placet-fütile [beyhude dilek, beyhude yakarış], tarihin mahkûm ettiği ve gereksizliğini her burjuvanın basit bir hesapla ortaya koyabileceği bir sınıfa gösterilen bu ilgi, müsrifler üzerinde israf edilen bu saçmasapan enerji, önemli sayılan şeylere yönelen berrak ve sağduyulu bakışınkinden çok daha ciddi sonuçlar alır. Proust'un kendi toplumunun portresini yaparken içinde çalıştığı çöküş çerçevesi, aslında güçlü bir toplumsal eğilimin ifadesidir. Charlus'de, Saint-Loup'da ve Swann'da kendi çöküşüyle karşılaşan şey, son şairin adını bile bilmeyen bir sonraki kuşakta hiç olmayan şeydir. Yozlaşmanın egzantrik psikolojisi, kitle toplumunun negatif antropolojisini de ortaya çıkarır: Proust, bütün aşkların başına çöreklenmek üzere olan belanın alerjik bir betimlemesini vermiştir. Burjuva çağı boyunca aşkın kısmen karşı durabildiği mübadele ilişkisi onu tümüyle içeriyordur artık; son dolaysızlık da her sözleşmiş çiftin bütün öbür çiftlerle kendi arasına koyduğu mesafeye kurban düşmektedir. Egonun kendine verdiği değer aşkı soğutur. Sadece sevmek bile daha çok sevmek gibi görünür bu durumda ve daha çok seven kişi de hatalı duruma düşmüş olur. Metresin kuşkulanmasına yol açar bu; sevenin nesnesiz kalan duyguları da aşırı sahiplenici bir zalimliğe ve kendi kendini tahrip eden kuruntulara saparak zehirlenir. "Sevilenle ilişki," der Proust Le Temps retrouv’de, "kadının iffetiyle ya da uyandırdığı aşkın şehvani niteliğiyle hiç ilgisi olmayan nedenlerle de platonik kalabilir. Âşık, aşkının aşırılığından ötürü, kavuşma anını yeterince serinkanlı ve kayıtsız bir tavırla bekleyemiyordur belki de. Durmadan ona yaklaşmaya çabalıyor, sürekli mektup yazıyor, her yerde ona rastlamaya çalışıyordur; ama kadın onu reddedince o da umutsuzluğa kapılır. Bu noktadan sonra artık şunun çok iyi farkındadır kadın: Sadece dostluk ya da yan yana bulunma imkânı sunmakla bile her türlü umudu biryana bırakmış olan adama öyle büyük bir mutluluk ihsan etmiş olacaktır ki, artık ona başka bir şey sunma zahmetine girmesi de gerekmeyecektir; bu yüzden, aşığı artık onu görmemeye katlanamaz olduğu ve ne pahasına olursa olsun savaşa son vermek istediği bir duruma gelene kadar rahatça bekleyebileceğini de biliyordur kadın: Dayatacağı barış anlaşmasının ilk koşulu, ilişkilerinin platonik düzlemde kalmasıdır... Bunların hepsini içgüdüleriyle sezmiştir kadın; âşık, arzusunu gizlemeyi daha en baştan beri beceremediği için, o da kendini aşığına vermeme lüksünü rahatça kaldırabileceğini pek iyi biliyordur. "Ürkek ve deneyimsiz Morel, kudretli aşığından daha güçlüdür. Sadece kendini vermeyi reddetmekle bile hep daha üstün konumda kalıyordu ve onu reddedebilmesi için de sevildiğini bilmesi belki de yeterliydi." Balzac'ın Duchesse de Langeais'inin kişisel motifi evrenselleşmiştir. (2) Her Pazar akşamı New York'a dönen binlerce otomobilin her birinin kalitesi, içinde oturan kızın çekiciliğine denktir. -Toplumun nesnel çözülüşü, erotik dürtünün zayıflamasında da öznel ifadesini bulur: Kendini sürdüren monad'ları artık birbirine bağlayamamaktadır bu dürtü, sanki insanlık da fizikçilerin patlayan evren teorisini taklit ediyordur. Sevilenin buz gibi kayıtsızlığı -ki çoktandır kitle kültürünün adı konulmuş kurumlarından biridir- karşılığını aşığın "doymak bilmez arzusunda" bulur. Casanova bir kadını önyargısız olarak nitelediğinde, herhangi bir dinsel âdetin onu kendini teslim etmekten alıkoymadığını kast ediyordu; bugünse önyargısız kadın, artık aşka inanmayan ve karşılığında daha çok alacağından emin olmaksızın herhangi bir ilişkiye gözü bağlı duygusal yatınmlar yapmayan kadın anlamına gelmektedir. Bütün bu hayhuyu başlattığı varsayılan cinsellik de eskiden yoksunluğun işgal ettiği alana girerek tıpkı onun gibi sanrıya dönüşmüştür. Yaşama düzenleri artık kendinin bilincinde olan hazza izin vermediği ve onun yerine fizyolojik işlevleri geçirdiği için, ketlenmemiş cinselliğin kendisi de cinsellikten arınmaktadır. Hayır, aslında kendilerinden geçmek istemiyorlar artık; tek istedikleri, zaten gereksiz bir gider olarak gördükleri bir harcamanın karşılığını almak.

 
1. "Artık aramayın, kalbimi": Baudelaire'in "Causerie" ("Konuşma") şiirinden.
2. Duchesse de Langeais, Balzac'ın aynı adı taşıyan romanının kadın kahramanı; işvelilik, Langeais'de soğuklukla birleşmiştir.

7 Mart 2013 Perşembe

Adorno / Minima Moralia - Bütün küçük çiçekler


Bütün küçük çiçekler (1) — Anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüzdür - büyük olasılıkla Jean Paul'un (2) söylediği bu söz, iktidarsız öznenin duygusal avunular haznesinde önemli bir yer tutar: Tevekkülle iç dünyasına çekilen özne, vazgeçtiği tatmini orada bulduğuna inanmak istemektedir. Kendi arşivlerini kurarken kendi deneyimine de bir mülk olarak el koyuyor ve böylece onu tümüyle kendine dışsal kılıyordur. Geçmiş iç yaşam bir mobilyaya dönüşür böylece - tıpkı, tersinden alırsak, her Biedermeier parçasının da tahtaya dönüştürülmüş anı olması gibi. Ruhun anılar ve ilginçlikler koleksiyonunu doldurduğu iç mekânın her tarafı dökülmektedir. Anılar çekmecelerde saklanamaz; geçmiş, çözülmez bir biçimde şimdiye bağlanmıştır onlarda. Hiç kimse, onlara Jean Paul'un taşkın cümlelerinde övüldüğü gibi özgür ve istençli bir çabayla ulaşamaz. Tam da denetlenebilir hale gelip nesnelleştiklerinde, tam da öznenin onlardan tümüyle emin olduğu anda, güneşin vurduğu ince duvar kâğıtları gibi solar anılar. Öte yandan, unutuşun sığınağında güçlerini korudukları zaman da yaşayan her şey gibi ölüm tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Proust ve Bergson'a göre, şimdiki an, dolaysızca burada olan, ancak belleğin dolayımıyla kurulur. Kurtarıcı olduğu kadar cehennemi bir yönü de vardır bu sezişin. Yalıtılmış varoluşunun ölümcül sabitliğinden istençsiz anımsamayla koparılmamış hiçbir deneyim nasıl gerçek değilse, hiçbir anı da onu saklayanın geleceğinden hiç etkilenmeyen yüzde yüz güvenceli bir bağımsız varoluşa sahip değildir. Geçmişte yaşanmış olan hiçbir şey, sırf hayalgücüne tercüme edilmiş olduğu için, empirik şimdinin lanetinden muaf olamaz. Daha sonraki deneyimler, kişinin en mutlu anısını bile koparıp alabilir ondan. Sevmiş olup da sevgisine ihanet eden, geçmişin sadece imgesine değil kendisine de zarar verir. Uyanırken yapılan sabırsız bir hareket, şaşkın bir ses tonu, hazzın içine karışmış belli belirsiz bir ikiyüzlülük, karşı konulmaz bir biçimde anıya müdahale eder ve daha önceki yakınlığı bile şimdinin mesafesine dönüştürür. Umutsuzlukta hep bir dönüşsüzlük vurgusu bulunur; ama durum düzelemeyecek olduğu için değildir bu, çürüyüş geçmişi de kendi girdabına çektiği içindir. Öyleyse geçmişi şimdinin çamurlu akıntısının dışında tutmaya çalışmak da aptalca bir duygusallık olur. Geçmişin tek umudu, yıkıma savunmasızca maruz kaldıktan sonra, onun içinden farklı bir şey olarak çıkma olasılığıdır. Ama umutsuz ölen kişi bütün ömrünü boşuna yaşamıştır.


1. Schubert'in Die Schöne Müllerin dizisindeki Trockne Blumen (1823) şarkısına gönderme. Ihr Blümlein aile, die sie mir gab (Bana verdiği bütün küçük çiçekler) sözleriyle başlayan şarkının teması, çiçeklerin ve temsil ettikleri duygunun solmasıdır.
2. Jean Paul [Richter] (1763-1825): Alman romancısı

6 Mart 2013 Çarşamba

Adorno / Minima Moralia - Marcel Proust için

Theodor Adorno
Marcel Proust için. — Yeteneklerinden ya da zayıflıklarından ötürü, sanatçı ya da düşünür olarak "entelektüel" uğraşlara dalan zengin aile çocukları, "meslektaş" gibi tatsız bir sözcükle anılan kişilerle geçinmenin hiç de kolay olmadığını göreceklerdir. Sorun sadece bağımsızlıklarının kıskanılması, niyetlerinin ciddiyetinden kuşkulanılması ya da egemen güçlerin gizli temsilcisi olarak görülmeleri değildir! Çok köklü bir hıncı yansıtsalar da, bu tür kuşkuların çoğu zaman hiç de temelsiz olmadığı ortaya çıkar sonuçta. Ama direncin asıl kaynağı başka yerdedir. Bugün zihinsel konularla uğraşmanın kendisi de "pra-tikleşmiş", departmanları ve giriş kısıtlamalarıyla katı bir işbölümünün geçerli olduğu bir ticari faaliyet haline gelmiştir. Para kazanmanın getirdiği alçalmadan tiksindiği için zihinsel uğraşı seçen varlıklı kişi, bu gerçeği kabul etmeye yatkın olmayacaktır. Bunun için de cezalandırılır. Bir "profesyonel" değildir; bu yüzden, kendi konusunu ne kadar iyi bilirse bilsin, hevesli amatörler sınıfına yerleştirilir rekabetçi hiyerarşi içinde; ve kariyer yapmak için de at gözlüğü takmak, en katı, en duyarsız uzmandan bile daha uzmanca davranarak kendi konusunun içine hapsolmak zorunda kalır. En çok öfke uyandıran şey, ekonomik durumu sayesinde bir ölçüye kadar gerçekleştirebildiği işbölümünü askıya alma isteğidir: Toplumun dayattığı işlemleri onaylamaya çok yatkın olmadığını sezdirir bu istek, oysa otoriter yeterlilik anlayışı da bu türden tuhaflıklara izin vermez. Resmi bir sözleşmeye bağlı olmadan çalışan zihni ortadan kaldırmanın yollarından biridir düşüncenin departmanlaştırılması. Üstelik hiç zor değildir bunu yapmak, çünkü sırf yaptığı işten zevk almakla bile işbölümünü yadsımış olan kişi, bu çalışmanın standartları açısından birtakım açıklar vermiş olacaktır, kendi üstünlüğüyle bağlantısız olmayan açıklar. Böylece korunur düzen: Bazıları başka türlü yaşayamayacakları için oyuna katılmak zorunda kalır, başka türlü yaşayabilecek olanlar da oyuna katılmak istemedikleri için dışarda bırakılır. Bağımsız aydınların terk ettiği sınıf, kendi taleplerini tam da kaçakların sığındığı alanın içinden ortaya sürerek öcünü almaktadır sanki.